artini.io

Tanrı’nın Göğünden İnsanın Merkezine: Rönesans’ın Yolculuğu

Sanat tarihinin en heyecanı dönemlerinden birini ele alarak başlayalım sanatın tarihini okumaya, 15. Yüzyıl Floransa’sına bir zaman yolculuğu yapalım. Bakalım çağın sanat karnesinde durum nasılmış?

Öncelikle bugün bildiğimiz anlamdaki pek çok mimari ve sanatsal nosyonun henüz olmadığı bir dünyadan bahsediyoruz, Roma İmparatorluğu’nun her anlamda dünyaya önderlik ettiği ihtişamlı günler arkada kalmış, büyük bir coğrafya bu dönemde barbar pek çok kavmin Avrupa’daki baskınları ile tarumar olmuş. Roma’nın gücünü kaybetmesinin sosyal etkilerinin anlaşılması ise burada çok kritik. Şehirler ve tüccarlar güvenli ticaretin ekonomik yararlarından mahrum kaldıkları için imparatorluğun entelektüel gelişimi kültürel ve eğitimsel birliğin olmamasından dolayı olumsuz etkilendiği zamanlardayız. Eh tam bu zamanda yeniden doğuş fikri Roma’nın eski ihtişamlı günlerine geri dönülme ideali ile o görkemli antik dönemlerin sanatını ve insana dair ideallerini yeniden canlandırma hayali 15. Yüzyıl başlarında ticaret zengini İtalyan şehri Floransa’daki sanatçı ve mimarları etkisi altına almış. E bu nedenle de bu dönemde üretilen sanattaki soylu değerlerin yeniden canlanması ve gelişerek zenginleşmesi ile pek çok heyecan verici işin üretildiği bu dönem Fransızca’da “yeniden doğuş” anlamına gelen Rönesans kelimesiyle isimlendirilmiş!

Bu dönemde sanatçılar antik dönemin pek çok yapısını ve tercüme edilmiş Latince eserleri inceleme olanağı bulmuş, İstanbul’un fethinin tetiklediği Bizans’tan Avrupa’ya giden pek çok alimi ve onların Batı sanatı ve bilimi üzerindeki etkilerini hepimiz tarih kitaplarımızda okuyup vahlanmıştık hatırlarsanız. Diğer yandan Haçlı Seferleri ile Doğu’daki zenginliğin bir payı da Avrupa’ya doğru akmış, ticaret hacmi yüksek metropollerde sanatın ve bilimin gelişmesinin teşvikine kucak aşmış. Hristiyanlığın bireyler üzerinde dayanılmaz baskılar kurduğu, kilisenin yozlaştığı, bilimin sesinin susturulmaya çalışıldığı yüz yıllar üzerine, antik felsefe ve insanın evrendeki yeri, tarih ve matematik üzerine özgürce kafa yorulması, insanı merkezine alan bir akım olarak gözalıcı işler ortaya çıkarmış! İşte bu hareketi daha iyi anlamak için rönesansın ayak izlerinde İtalya’dan yola çıkıp Avrupa’ya yayılan bir yolculuk yapmamız gerekir.

Brunelleschi – Floransa’nın Göğe Yükselen Kubbesi

Rönesans daha önce de bahsettiğim gibi sınırları resmi aşan bir zihniyet devrimiydi adeta, özellikle de antik döneme bir hayranlıktan bahsediyorsak tüm sütunları ve sade görkemi ile mimarideki dönüşümden örnek vermemek olmaz. Filippo Brunelleschi isimli bir mimarın her görenin hayranlık içerisinde seyrettiği Floransa Katedrali’nin kubbesini çok iyi bildiği Gotik üslup ile değil, Roma’ya gidip detaylıca çalıştığı Pantheon’un mimarı modeli üzerine geliştirdiği mühendislik teknikleri ile tasarlaması antik bilgeliğin yeniden üretilmesinin mimarideki en görkemli ilk örneklerinden. Geometri, mühendislik ve estetiği birleştirmekle kalmıyor, göklerdeki Tanrı’ya ulaşmaya çalışan insanın zekasını ve yaratıcılığını da kutsuyor bu güzel kubbe! Gotik tarzdan uzaklaşıp, daha sade ve uyumlu bir görkemle gözlerimiz önüne seriliyor. Bugün dahi modern mimaride hala Brunelleschi’nin Gotik mimariye baş kaldırarak geliştirdiği mimari ögelerin izlerini evlerimizde ve şehirlerdeki yapılarda görmek mümkün!

Donatello – Zafer ve İnsanlık Arasında Bir Davut

Gelelim yine Floransa’dan çıkan usta  bir heykeltıraş olan Donatello’nun Davut heykeline, ki kendisi rönesansın heykel anlayışını nefis temsil eden bir yapı! Tevrat’taki Davut’un Golyat’ı yenip yaratığın kesik başının üzerinde yükseldiği zafer dolu duruşunu mermere işlemiş Donatello! Bronz heykelde insan bedeni idealize edilmiş ama diğer yandan antik dönemdeki kadar gerçek insan vücuduna sadık kalınmış oldukça doğal bir duruş sergiliyor Davut. Bu Antik Yunan’dan beri ilk kez tam boy serbest duran çıplak erkek heykeli. Davut burada ince ve kırılgan yapısıyla oldukça insancıl, diğer yanda ise zekası ve Tanrı inancının gücü ile yaratığı yenmiş oluşu ile insanın akıl ve erdeminin dünyayı değiştirebileceği mesajını veriyor, bu fikirden daha rönesans ne olabilir!

Paolo Uccello – Perspektifin İlk Zaferi

Rönesans resminin alameti farikalarından biri ise perspektifin geliştirilerek mekanın yapılandırılmasıdır. Hepimiz Bizans dönemindeki fresklerdeki tüm figürlerin resimdeki konumu ve uzaklığından bağımsız aynı boyutta olduğuna şaşırmışızdır, işte o döneme değin bilinen resme dair her şey tam da bu noktada değişiyor çünkü tüm büyüsüyle perspektifi artık keşfediyor rönesansın dehaları. Bunun resimdeki ilk örneklerinden birini bugün National Gallery’de görebileceğimiz Paolo Uccello’nun Medici ailesinin evinin bir duvarında sergilenmesi için yaptığı Floransa birliklerinin düşmanı yendiği bir savaş sahnesini resmettiği San Romano Savaşı resmidir. Bu resim günümüzde bakan gözlere oyuncak ve hatta kukla gibi gelse de, aslında her bir figür ve yerleşimde perspektif üzerine detaylıca çalışıp üç boyutlu etkisi yaratmak için o güne kadar verilmiş güçlü eforu sarf etmiş ressam. Mızrakların diziliminden, savaşçıların durdukları açıya, atların boyutuna kadar yeniliklerle dolu bu resim yapıldığı dönemde büyük bir heyecan ve hayret yaratmış!

Botticelli – Mitolojinin Baharı: Primavera

Bu yeni anlayış ve öğretiler sanatçıların dünyasını büyük bir hevesle kasıp kavururken, sanatçılar mitolojiden şiirden edebiyattan ve türlü güzelliklerden ilham alıp coşkuyla hayallerine hayat vermişler. Bu dönemin en coşkulu ve bana göre en etkileyici eseri, bugün Floransa’daki Uffizzi Gallery’de dakikalarca büyüklüğü, detayı ve sizde yarattığı sizi aşan hisler ile bakakalacağınız Boticelli’nin La Primavera’sı! Resme baktığımızda çiçeklerle bezeli bir bahçenin içinde mitolojik figürler dans eder gibi sıralanır. Sağda rüzgâr tanrısı Zefiros, nympha Chloris’i yakalar; Chloris’in ağzından dökülen çiçekler, onu doğurganlık tanrıçası Flora’ya dönüştürür. Ortada Venüs, sükûnetle baharı düzenler; üzerinde duran küçük Aşk Tanrısı okunu gererken gözleri bağlıdır; çünkü aşkın körlüğü burada alegorik bir şekilde temsil edilir. Solda ise Üç Güzeller, zarif bir dansla insanın ince erdemlerini sembolize eder; en solda ise Merkür, elindeki asasıyla kara bulutları dağıtır, baharın saf gökyüzünü korur.

Bu tabloyu büyüleyici kılan yalnızca mitolojik bolluk değil, aynı zamanda taşıdığı hümanist felsefedir. Botticelli burada doğayı bir masal gibi değil, insana ilham veren bir düzen, bir “altın çağ hayali” olarak resmeder. Bahar, yalnızca mevsimlerin dönüşümü değildir; aynı zamanda aklın, sanatın ve aşkın insan ruhunu yenilemesidir. Primavera, Rönesans’ın mitolojiye açılan şiirsel yüzüdür: insanın yalnızca Tanrı’ya bağlı bir varlık değil, aynı zamanda aşk, güzellik ve doğayla bütünleşen özgür bir ruh olduğunun resmidir

Leonardo da Vinci – İnsan Evrenin Merkezinde: Vitruvius Adamı

Bilimi ve insanı merkeze alıyor derken Leonardo Da Vinci’nin Vitrivius Adamı’ndan söz etmemek olmaz elbet. Rönesansın insan anlayışını en iyi özetleyen eserdir desem abartmış olmam, bilimin ve sanatın mükemmel bileşimi – insanın evrenin merkezine konumlandığı ve bedenin matematiksel oranlarla çizildiği bu esere yakından bakalım. Vitrivius antik bir mimar, Da Vinci onun insanın oranlarını mimari eserlere yansıttığını anlattığı eserlerinden faydalanmış, insanın göbeği merkezli bir daire çizebiliyoruz, insanın boyu kol açıklığına eşit ve elleri ve ayakları açık bu adam hem kareye hem de daireye mükemmel bir şekilde sığabiliyor.

Bu hem tanrısal bir lütuf, hem doğanın altın oranı ve simetrikliği hem de bu dönemin en önemli açlığı olan doğayı anlayıp açıklama ve ona hayran olma halinin bir meyvesi! İnsan hem Tanrı’nın mükemmel yaratımı hem de onun eseri olan dünyadaki her manzaranın merkezinde ve onu keşfetmeye çalışan özgür bir bilgi merkezidir adeta. Diğer yandan bu adam tasviri hem sonsuzluğun ve ilahi düzenin tasviri olan daireye hem de yeryüzü ve maddi düzeni temsil eden kareye tam sığar, yani geldik Rönesans’ın insanı evrenin merkezine koyan hümanist devrimine, zira adamımız bu resimde her iki şeklin de merkezindedir, artık dünya görüşü değişmiş, düşünen ve arayan insan merkeze gelip yerleşmiştir.

Raffaello – Şefkatin ve Doğallığın Ressamı

Büyük ustaların yanında genç, meraklı ve öğrenmeye azimli Raffaelo çok çalışmış, sonucunda çabasızmış gibi duran doğallıkta insan figürleri ortaya çıkmış, döneminde hedeflenen gerçeğe yakın yumuşak insan tasvirleri onun paletiyle can bulmuş! Bugün hepimizin bildiği sevimli Meryem yüzleri onun eseridir. Nasıl ki Michelangelo Baba Tanrı görselini çizimiyle görsel hafızamıza hediye eden sanatçı, Raffaello da bugün pek çok Hristiyan’ın evinde olan nerdeyse jenerikleşmiş Meryem Ana suretini tasarlayıp hayat veren kişi. Meryem’in yumuşak ve derinlikli yüzü, İsa’yı tutarkenki şefkati ve kararlılığı ve Granduca Meryem’in sadeliği kendinden önceki tüm ressamların ulaşmaya çalıştığı basitliği temsil ettiğinden adeta bir klasik sayılır.

Michelangelo – Sistine Şapeli’nin Sonsuz Gökyüzü

Roma’ya doğru uzandığımızda rönesansın zirvesi tabi ki Michelangelo’nun Sistine Şapeli’nin tavanına papa tarafından sipariş edilerek ve Floransa devletinin diplomatik izni ile giderek (isteyerek başlayıp başlamadığı tartışılır) yarattığı Musa ve İsa’nın öyküleri ile Hristiyanlığın kutsal kitabında tasvir edilen pek çok hikayeyi dört yılda tek başına sırt üstü yatarak insanüstü bir çaba ve detay ile boyadığı ünlü fresklerdir! Buradaki figür zenginliği, ve döneminde sadece mum ışığıyla aydınlanan yüksek bir tavanda ayırt edilebilecek canlılıktaki renkler bugün florasan ışık altında yüz yıllar sonra hala büyüleyici etkisini koruyor. Buradaki pek çok hareketli figürün kusursuz betimlemesi Michelangelo’nun kusursuz bir anatomi erbabı olduğunun ilanı adeta, onun ustalığı önünde gözlerimiz bir kere daha kamaşıyor. Tabi ki bu freskin en malum kısmı Adem’in yaratılışı; buradaki Tanrı Baba günümüze değin tüm mitolojik anlatımlara ilham olmuş! Adem burada Tanrı’nın elinin neredeyse dokunuşuyla hayat bulmuş ve ona sevgiyle bakarken resmedilmiş. Tanrı’nın her şeye kadir oluşu ile bu yaratan elin tüm hayata can verirken rahatça uzanışının sonsuza dek tarihe işlenen tasviri büyük ustanın özverili ellerinden insanlığa armağan olmuş!

Titian – Erotizm ve İlahilik Arasında: Urbino Venüsü

E mitoloji demişken Venüs’ten (nam-ı diğer Afrodit), rönesans demişken de Titian’dan bahsetmemek olmaz! Urbino Venüsü’nden bahsediyorum, bu resim içinse Venedik’e yolculuk yapıyoruz, hem de rivayete göre bir düğün geleneği olan gelinin çeyiz sandığının kapağının içine yapılan bir resme! Urbino Dükü’nün gelini için yapılmış resim, geline evlilik hayatını ve beklentileri resimleyen bir Venüs portresi! Yine mitolojik bir figür olan; kadınlığın, anneliğin ve doğurganlığın temsili Venüs karşımızda, ancak alıştığımız gibi meleksi ya da klasik haliyle değil, bu Venüs bambaşka erotik denebilecek bir duruş sergiliyor ve cüretkar bir bakışla bize bakıyor adeta meydan okuyor! Bir yandan anneliği anımsatan döneme göre iri resmedilmiş göğüsleri ve sadakat beklentisini hatırlatan minik köpeği ile üstelik! Arka plandaki hizmetliler ise dünyevi hayatın sıradanlığını anlatırken ilahi olan ve insana dair olan yine iç içe. Venedik rönesansının renk ve ışık oyunlarıyla duyularımıza hitap eden güçlü tekniği ile yapılan bu resimde ayrıca kadın bedeni kutsal bir imge olmanın dışına çıkıp, tüm güzelliğiyle dünyevi niteliklere bürünmüş ve sanatın merkezine oturmuş!

Jan Van Eyck – Işığın ve Ayrıntının Mucidi

Kuzeye doğru çıktığımızda ise Flaman ustaların çiçekler, mücevherler, kumaşlar, aksesuarlar gibi nesneler, ve mekanı sonsuz bir sabır ile en ince detayına kadar resimlerine yansıttıklarını görüyoruz. Ne zaman güçlü beden hatları ve anatomik nizam ya da kusursuz bir perspektif varsa onun İtalyan sanatçıların fırçasından çıktığını kabaca söyleyebiliriz ayırt etmeye çalışırsak. Detay diyince de akla ilk Jan Van Eyck’in gelmesi kaçınılmaz! O zamana değin sanatçılar kendi boyalarını yaparken doğadan elde ettikleri pigmentleri sıvı olarak yumurta ile karıştırdıkları için yumuşak geçişli boyamalar yapamazlarken, yumurtayı yağ ile değiştirip “yağlı boya” ile boyamaya başlayan Van Eyck böylece ışık ve gölge geçişlerini daha kusursuz yapabiliyor, aydınlık yerlerin parıltısını artırabiliyor hale gelmiş. Şaşırtıcı pek çok eseri arasında en ünlüsü Arnolfini Düğünü isimli, noter huzurundaki bir evlilik akti sahnesini boyadığı, çiftin arkasındaki aynada ise o anı çizmekte olan sanatçı olarak kendi yansımasını görmekteyiz. Bu alandaki detay ve gerçekçilik, diğer yandan evlilik anının gerçek anlamda resmi şahidi olarak kayıtlara geçen ressam devrim niteliğinde bir iş çıkarmış desek çok söylemiş olmayız

Albrecht Dürer – Sanatçının Kendini Keşfi

Buraya kadar rönesans dediğimizde neden bu sanat tarihinde bir devrim olduğunu, önceki çağlardaki bakıştan farkını, ve bu farklı farklı ustaların farklı zamanlarda kendi bilgi, çalışma ve ilhamlarıyla nasıl resme döktüğünü mihenk taşlarından birkaçını ele alarak göstermeye çalıştım. Yine kuzeyde dönemin hümanist ideallerini layıkıyla temsil eden bir başka büyük sanatçı ile Avrupa turumuzu tamamlayalım.  Albrecht Dürer’e bakınca, sanatçının yalnızca eserlerini değil, kendisini de yeniden keşfettiğini görürüz. Onun ünlü otoportrelerinde karşımıza çıkan bakış, sadece bir yüz değil, “ben buradayım” diyen bir bireydir. Orta Çağ’ın anonim zanaatkârı gitmiş, yerine kendi kimliğini ve zekâsını ortaya koyan sanatçı gelmiştir. Dürer’in gravürleri ise adeta kağıda işlenmiş düşünceler gibidir. İncil sahnelerini, doğa detaylarını, hayvanları, hatta mitolojik figürleri öyle incelikle işlemiştir ki, bakarken çizgilerin arkasındaki sabrı ve zihinsel derinliği hissedersiniz. Perspektifi, oranı, gölgeyi öyle ustaca kullanır ki, resim yalnızca gözle görüleni değil, zihnin kavradığını da anlatmaya başlar. Dürer’in en önemli mirası belki de şudur: Rönesans’ta sanatçı artık yalnızca Tanrı’ya hizmet eden bir el değil, kendi varlığını ve düşüncesini de sanatın merkezine koyan bir bireydir. Onun kendine dönük bakışı, aslında bütün bir dönemin hümanist devrimini özetler.

Rönesans, üzerinde konuşulacak konuların hiç tükenmeyeceği bir derya. Biz bu yazıda yalnızca o deryanın yüzeyine dokunduk; özünü anlamaya, birkaç mihenk taşıyla canlandırmaya çalıştık. Yeniden doğan, bilim, ilham ve araştırma ile zenginleşen bu düşünce biçimini kavramak, aslında daha sonra gelecek büyük dönüşümleri – Reformu, Aydınlanmayı ve Sanayi Devrimi’ni – anlamamıza da ışık tutuyor. Ve bugün hâlâ, geleceğimizi aydınlatan o iki insani gücün, bilim ve yaratıcılığın önünde saygıyla eğiliyoruz.

Işıl Bayraktar

Alışveriş Sepeti Kapat